içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

Öykülerden Masallara
Öyle bir döneme geldik ki, güzel günler ile başlayan yılları, sonu acılarla dolu yıllara getirdik dayadık. Bütün bunları görüp, sık sık ne yazayım diye diye düşünmeye başlayınca, gelip Cicero'nun (M.Ö 106-53), “Bu gök kubbe altında söylenmemiş bir söz yoktur” sözüne takılıp kalıyorum; üstelik aradan yıllar, çağlar geçmesine karşın.
 
     Bu günden o gün söylenen sözlere bakınca, söze kuşkuyla yaklaşılabilir ama ben de oturup ne yazayım diye düşünmeye başlayınca, gazetelerde, kitaplarda bu güne ilişkin yazılmadık, tv ve sanal ortamda da söylenmedik sözün kalmadığını görüyorum.
 
    Sonra da yine düşünüyorum, demek ki olay, söylenen söz ile ilgili değil; eylem ve uygulamalar ile ilgili.
 
     Bilimsel çalışmalar ile akademisyenler, saha uygulamacıları herkes "ne oluyor" sorusuna yanıt arıyor ve ellerinden geldiğince de saptanan, herkesin gördüğü sorunları yazıp, çizip, konuşuyorlar.
 
      Dünyanın her döneminde güç kişiler, toplumlar ve ülkeler için bir varlık sebebi olmuştur. Bu yüzden Jean Jaque Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'nde sözünü ettiği yaklaşımı son derce yerindedir:
 
    "Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip 'Burası benimdir' diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara 'Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimsenin değildir. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz' diye haykırsaydı, işte o adam, insan türünü, nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı." der. 
 
    Üzgünüm ki bu, her açıdan her olay için geçerlidir ama yapılacak şeyler kişisellikten çıkmış, örgüt gerektirir hale gelmiştir. İnsanlığın avcı toplayıcılıktan, tarım toplumuna geçmeye başladığı yıllarda Rousseau'nun bu sözü tekil de olsa bir anlam taşısa da, bu söz bu gün toplumsal ve örgütlülük açısından bakılırsa yerli yerine oturur.
 
     Hele hele "Sarı Öküz" öyküsü her ne kadar bir dram olsa da, her gün yinelenen bir olay olmaktan öteye geçememektedir.
 
     Yaşlı, deneyimli aslanlar, sırt sırta veren örgütlü öküzlerden bir şey alamayacaklarını anlayınca, "biz size düşman değiliz, ancak şu sarı öküz, bizim canımızı sıkıyor, onu verirseniz aramızda ki bu sorun biter", sözüne kanan öküz sürüsü, "sarı öküzü" verince rahatlamış gibi olsalar da, sıra kendilerine gelince olayın farkına varırlar.
 
     Üzgünüm ki toplumsal, sosyal ve siyasal olaylarda böyle. Örgütlü güçler, çağın bilim ve teknolojisini de kullanarak çok geniş kitleleri yönetebilmektedirler. 
     Feodal dönemde bu belki bölgesel olabilirdi ama artık Kapitalist dönemde her şey, sistemi yönetenlerce kontrol edilmektedir. 
 
    Kapitalist sistemde sisteme hakim olan Burjuvazi her şeyi uygun yönetim araçları bularak yönetebilmektedir.
 
   Bu, Kapitalist sistemde olmazsa olmaz olan sendikal örgütlenmeyi kontrol etmesinden tutunda da, toplumu etkilemek için dinsel örgütlenmeler olan tarikat ve cemaatlere kadar  varmaktadır.
 
    Zamanla kitleler, toplumsal kültürden, sanattan, ahlakı da şekillendiren gelenekten gerçeklikle bağı koparılarak; hurafeler ile yaşayan ve beslenen, yapay gündemlerle günü kotarmaya çalışan toplum ve siyasi süreçlere dönüşürler.
 
    Bunun sonucunda ise, bilgisiz, deneyimsiz, niteliksiz yöneticiler ile yönetilmeye başlanan süreç, rüşvet, torpil ve iltimaslar ile olağanlaştırılıp, günlük yaşam olarak sunulur. Toplumsal yapıyı bozacak bu olağanlaşan süreçler ise, bir süre sonra ahlaksız davranışların, sıradanlaştığı yapılar olup, yok olurlar.
     Orta doğu ülkelerinde yaşananlara bu gözle bir bakacak olursak, ülkemiz acısından da hangi kaygıları duymamız gerektiği gün gibi ortadadır. 
 
    Geçmişte dünyanın büyük bir bölümüne yaklaşık iki bin yıl hükmeden Roma İmparatorluğu incelendiğinde, bütün bu ahlaksız davranışların tamamı görülmektedir. 
 
    Hani demiştik ya, "evrende gök kubbe altında söylenmemiş söz yoktur" diye, üzgünüm ki, yine evren de, benzer süreçleri yaşamamış ülker de yoktur, yeter ki ders alacak toplum ve yöneticiler olsun. 
 
    Batı Roma İmparatorluğu (MS 395-476) yıkıldıktan sonra, Doğu Roma da 1453 yılına, Osmanlı'nın fethine kadar varlığını sürdürür. 
 
    Hristiyan Ortadoks ve Katolik mezhebi sebebi ile ikiye ayrılan Roma imparatorluğundan, arta kalan Katolik Batı Roma İmparatorluğu ise, Avrupa'ya başlayan göçlere dayanamayarak, MS 476'da yıkılmıştır.
 
   Doğu Roma olarak bilinen Bizans ise, MS 8. yüzyıldan itibaren başa getirilen cahil, yeteneksiz ve niteliksiz yöneticiler yüzünden, güçlenen ruhban (din) sınıfının kontrolüne girmiş; akıldan, bilimden, bilgiden yoksun bırakılmıştır. 
 
     Bütün dünyada yeni gelişmeler olurken, yaşanan gelişmelere gözlerini kapatan, geçmişle övünen kibirli yöneticiler ve ulema beyinlerini adeta kötülüğe kiraya vermişler ve halkı bir koyun sürüsü güder, yönetir gibi yönetmişlerdir.
 
     İstanbul Fatih Sultan Mehmet'in askerleri ile kuşatılmış iken bile onlar, "meleklerin cinsiyetini tartışmayı" sürdürmüşlerdir.
 
     Demek ki, evrende gök kubbe atında söylenmedik söz olmadığı gibi, sosyal, siyasal ve devletlerin yönetim süreçleri ile ilgili de yaşanmadık deneyim kalmamıştır.
 
     Tabi anlayana!...
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum